Nasıl anlatsam nerden başlasam der ya şarkı, işte öyle birşey...
Sırtımda 10-12 kg arası bir çanta, gecesinde otobüsün dar koltuğunda bir sağa, bir sola dönerek uyumaya çalıştığım bir günün sabahında, güzelim ölü deniz manzaralı bir tepenin etrafından kıvrılan bir patikayı tırmanmaktayım ve dikkat ettiğim tek şey önümdeki 3 metrekarelik alanda ayağımı hangi taşın üstüne atacağım. Çok fazla seçeneğim yok ama yine de dikkatli olmalıyım. Yanlış bir kararla kendimi gazete haberi olarak bulmam işten değil.
Bir ara başımı kaldırıp önümde giden Can'a bakıyorum; elinde yeni aldığı baton, yavaş yavaş, bakına bakına tepeyi tırmanıyor. Yürüdüğümüz yol küçük bir patika. Zaman zaman genişleyip, daralıyor. En iyi yerlerde toprak, en kötüsünde sivri kayaların üstüne basarak ilerlemek gerekiyor. Kaymayan ayakkabılarla yürünmesi gerekli bir yol. Yolun başında olduğumuzdan durup durup manzaraya, ağaçlara, kısacası herşeye merakla bakıyoruz. Ölü denizi ilk defa kanlı canlı görüyorum. 80'lerde Turizm Bakanlığının hazırladığı tanıtım posterlerindekinden daha küçük görünüyor gözüme. Daha sezon açılmadığından plaj boş, tesisler kapalı. Likya yolunu boşverip, aşağı inip çadırı oraya kurmak aklıma geliyor ama yolun macerası da ayrı bir çekici geliyor.
Akşamki otobüs yolculuğunun yorgunluğu var üzerimde. Dünyada nefret ettiğim şeyler sıralamasında 3. sırada otobüs-gece-yolculuğu var; 1. alaturka-tuvaletler, 2. hergün-tıraş-olmak. Sıkılsam da başka çaremiz yok; akşam binip sabah inip, hemen yürümeye başlamak gerekiyor. Aksi durumda kafamızdaki plana uyamayabiliriz.
İlk günkü Hisarönü-Kabak Koyu rotasındaki 20 km'lik yolun başındayız daha ve beni bekleyenlerden çekinmiyor değilim; zira neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Elimizde çok umut bağladığımız ama sonuçta hayal kırıklığı yaratan bir rehber kitap ve orda burda anlatılanlardan başka bir bilgi yok. Anlatılanlarda hep aynı şarkı: herşey harika, çok güzel, keşke yeniden yürüsek... Duyguca zengin ama bilgice kısır tasvirler.
Can'a saati soruyorum. Otobüsten inip, topluca fotoğrafımızı çektiğimiz otogardan ayrılala yaklaşık 1 saat olmuş ve önce asfalt, sonra toprağa dönen yol, yavaş yavaş, zigzaglar çizerek tepeye tırmanan bir merdivene dönüşüyor adeta.
Bir ara Can yanıma gelip kitabı istiyor. Durup sırt çantamın fermuarlı gözünü açıp, uzatıyorum. Önce sayfaların arasındaki bir fotoğrafa, sonra manzaraya bakıp, "tam buradan çekmişler," diyor. Bakıyorum resme, hakikatten öyle. Modern insan evine kapalı yaşadığından olsa gerek, herşeyi önce kitaplardan, rehberlerden, fotoğraflardan, kısacası belgelerden gördüğünden, gerçeğinin kendisiyle karşılaştığımızda dahi yine o referanslar dolayımıyla tecrübe etmekten hoşlanabiliyoruz. Bu hissi ilk kez, ABD'ye gittiğimde farketmiştim. TV filmlerinde belki yüzlerce kez izlediğim New York sokaklarında yürürken, hep kendimi orada gördüklerime bağlayacak geçmişten bir referans arıyordum. Göz önünde olanı, yalın bir şekilde tecrübe etmekten daha çekici öbürü. Zira Central Parktaki bir köprü yerine, "Örümcek Adamın Mary Jane'e yalvardığı köprü" referansı bambaşka bir dünyaya açılım gerçekleştiriyor. Bu sadece sanal bir çizgi roman dünyasına yapılan bir açılım da değil. Aynı zamanda örümcek adam filmleriyle bağ kurmuş insanların geçmişlerine, hatıralarına da temas ediyor. Kısacası bu referanslarla kendimize bir dünya inşa ediyoruz. Belki de bu yüzden ve teknolojinin olanakları arttığından, artık zamane insanı anı yaşamaktan çok belgelemekle ilgileniyor. Ofis hayatlarının geriye bırakacak en önemli referansları o belgeler çünkü. Onlar olmasa hayatımıza dair gösterecek hiçbirşeyimiz yok gibi.
Kitap biraz ellerde dolandıktan sonra, ekipteki en 'okumuş-yazmış' çocuk olduğumdan olsa gerek, kitabın bende durmasına karar veriyorlar. "Sen okur bize anlatırsın" diyor Egemen. "Tamam," diyorum ama şöyle bir kitaba göz atınca anlıyorum anlatacak pek birşey yok. İşaretleri takip edin - herşey çok güzel - doğa harika - işaretleri kaybederseniz geri dönün - biraz tırmanın - biraz inin -vs... Likya yolunu yürüyoruz ama bu Likyalılar kimlerdi, ne yaparlardı bilen yok.
Otobüste herkes uyurken film seyretmenin acısı yavaş yavaş çıkıyor. Ekipten geri kalmaya başlıyorum. Bacaklarım ağrımaya, sırtım kamburlaşmaya başlıyor. Manzarayı ve sıkıntımı unutup, tırmandığımız tepenin arkasındakilere odaklanmaya çabalıyorum. Orada ne var bilmiyorum ama güzel birşeyler olmasını diliyorum. Mesela Kabak koyu olsa. Kabak koyunu hiç görmedim ama Can ve Egemen çok methediyor. Zaman zaman durup su içme bahanesiyle nefesleniyorum. Ekipte durup beni bekliyor. Önümüzdeki 6 gün boyunca her tırmanışta yaşayacağımız bir rituelde böylece başlıyor. 30 saniye sonra devam ediyoruz, 5 dakika sonra tekrar duruyoruz.
Sonunda tepeye çıktığımızda hayal kırıklığı beni bekliyor. Kaf dağının arkası sandığım yerde, meğersem bildiğin iki katlı yazlık ev inşaatları varmış. Garip bir durum. Esasında insanların neden oraya ev yapmak isteyeceğini anlayabiliyorum. Zira biz de kendi aramızda yol boyunca gözümüze kestirdiğimiz yerlere konmayı düşünmüyor değiliz. Sanırım memleket insanında bir ev saplantısı var; güzel bir yer görsek ilk aklımıza gelen yanına bir ev kondurmak oluyor. Egemen çok şikayetçi bu durumdan. Biraz düzelmiş, toprak yol boyunca aşağıdaki köye doğru hızlı adımlarla yürürken, doğayı nasıl mahfettiğimizden yakınıyor. Haksız değil tabi. Ama korumacılığın, müzeciliğe dönmemesine de dikkat etmek gerek. İnsan-doğa dengesini iyi kurmak lazım.
Yol kenarında gürül gürül bir çeşme akıyor. Hemen durup, sırtımızdaki ağırlıkları indiriyoruz. Kafamızı akan suya sokup, soluklanıyoruz. Asım çantasından kuru üzüm torbasını çıkartıp, uzatıyor herkese. Akşam çadırda koyun koyuna yatacak olan biz değilizcesine yumuluyoruz. Güneş yavaş yavaş sıkıntı vermeye başlıyor. Çok oyalanmadan hemen tekrar yola koyuluyoruz, daha önümüzde çok yol var. Önce Kelebekler Vadisi’nin tepesine, Faralya’ya ulaşmamız lazım.
Artık bir yerleşim yerinden geçtiğimizden yol bildiğimiz toprak yola dönüyor. Köylülerden birisi devrilmiş ağaç kütüklerini parçalıyor. Selamlaşıp, laflıyoruz biraz. Başka bir dünyaya inmiş uzaylılar gibiyiz. Herkes gülüyor. Yol kenarındaki bir dal parçasına gözüm ilişiyor. Ekipte ben hariç herkes baton kullanıyor. Can çok memnun; tırmanırken çok faydalı oluyor diye anlatıyor. Eğilip kaldırıyorum dalı yerden. Belli ki uzun zamandır orda olduğundan, kurumuş, ağırlığının çoğunu kaybetmiş. Biraz kalınca; cuk diye iri elimin içine oturuyor. Ufak tefek çıkıntılar var üzerinde; onlarıda uygun bir zamanda çakıyla kesmeyi, törpülemeyi düşünüyorum. Voltran gibi hissediyorum kendimi. Eksik birşeyler vardı da şimdi tam olmuşum gibi. Can 'Derviş!' diye laf atıyor. Sakalım uzun olsaydı keşke diye hayıflanıyorum.
Yürüdüğümüz traktör yolunda hafif bir eğimle tırmandıktan sonra yeniden ağaçların arasına dalıyoruz. Yolun bu kısmı nispeten daha yumuşak. İlk defa insanlardan tamamen uzaklaştığımızı hissediyorum. Artık deniz seviyesinden epeyce yükseklerde olduğumuzdan iniş ve çıkışlar çok dik ve yorucu değil ama yine de ekibin arkasındayım. Biraz durup, şöyle aylak aylak dinlenmek istiyorum ama ekip hızlı adımlarla ilerlemeye devam ediyor; akşam güneş batmadan Kabak koyunda olmalıyız.
Bir süre sonra yol tekrar inişe başlıyor. Hisarönü Kabak koyu arasında Kelebekler Vadisi var. Evlerin arasından dik ve dar patikadan aşağıya yürümeye başlıyoruz. Ekip hızlı hızlı iniyor, ama ben ağırdan alıyorum. İnmek çıkmaktan daha yorucu ve zor olabiliyor. Sırtındaki ağırlıkla dengeyi sağlamak için adımları iyi seçmek gerekiyor. Aksi takdirde yuvarlanarak aşağıya inmek olası. Yolda bulduğum değneğin kıymeti de burada ortaya çıkıyor. Sağlam bir yere dayayıp, ağırlığımın bir kısmını üstüne verip, ondan sonra adımımı atınca hem daha sağlam bir iniş oluyor, hem de fazla yorulmuyorum. Tripod gibi aşağı iniyoruz.
Bahar olmasına rağmen sağımızdaki derede akan bir su yok. Egemen kaplumbağları işaret ediyor; dere yatağında kalan su birikintilerinin kenarlarına sinmişler. Can bir tanesinin yanına gidip, dokunacak olunca Egemen uyarıyor: "Dokunma abi; herşeyi olduğu gibi bırakalım". Benim aklımdan daha hınzırca şeyler geçiyor. Egemen National Geographic damarından giderken, ben Survivor modumdayım. Bir tanesini kesip yemek istiyorum. Açlıktan değil. Sadece meraktan.
Kelebekler Vadisi’nin üzerinde, otellerin olduğu bölgeden aşağıya iniyoruz; medeniyetle yeniden buluşuyoruz. Saat öğlene gelmiş durumda; asfalt yolu takip edip, dinlenmek, yemek yemek için uygun bir yer ararken, kendimizi vadiye bakan yüksek bir yamaçta kurulu bir tesisin yanında buluyoruz. Çantaları çıkartınca omuzlardaki ağrı daha da hissettiyor kendisini. Ayakkabılar çıkıyor; kıçımı taşın üzerine oturtuyorum. Çantanın içinden ton balığı konservemi ve beypazarı kurusu torbamı çıkartıyorum. Yola çıkmadan önce herkes 4-5 adet konserve balık ve beypazarı kurusunu paylaşmıştı. Çok konuşmadan yemeği yiyoruz. Egemen birkaç foto çekiyor.
Biz yemekleri yerken bir çift turist gelip bize aşağı, vadiye inen dik yol hakkında sorular soruyor. Bizim vadiye inme niyetimiz yok. Gereksiz tehlikeli olduğunu düşünüyorum ve onlara bu fikrimi söylüyorum. Onlarda biraz manzaraya bakıp, uzaklaşıyor.
Yemekten sonra Can'ı sıkıştırıyorum. Kabak koyuna ne kadar kaldığını merak ediyorum. "Geldiğimiz kadar yol var daha" diyor. Durum hoşuma gitmiyor. Kafamda hayaller kuruyorum. Şöyle hafif meyilli, kıvrıla kıvrıla aşağı inen bir yol olsa diyorum, Kabak’a giden yol kendi kendime. Ama durum çok farklı.
Yemekten sonra ayağa kalkıp, tekrar çantayı sırta asmak tam bir işkence. Tok midenin ağırlığı ve yorgunluk birleşince insanın hiçbirşey yapası gelmiyor. Tekrar asfalta çıkıyoruz ve bir kaç yüz metre sonra işareti görüyoruz. Asfaltın yanından yukarıya tırmanan bir patikaya giriyoruz. Bu kısım tam bir 'jungle'. Zaman zaman sık ve iğneli çalılara sürterek ilerlemek gerekiyor. Uzun pantalon giydiğime şükrediyorum. Birkaç kere önümden giden Can'ın ittirdiği çalılar, bana çarpıyor.
Ve sonra.. pil bitiyor. 200-300 metre tırmandıktan sonra artık bacaklarım çekmiyor. Duruyorum. Ekip de duruyor. 30 saniye sonra tekrar çıkmaya başlıyorum ağır ağır. İki dakika sonra yeniden duruyorum. Beynim 'dur' diyor; bacaklarım 'ölüyoruz' diye mesaj yolluyor. Beynimi dinleyip tekrar duruyorum. Aşağıya, çıktığımız patikaya bakıyorum; hala asfaltı görebiliyorum. "Ben devam edemeyeceğim, bacaklarım çekmiyor, siz gidin, Kabak’ta buluşuruz," diyorum nefes nefese. Ekip şaşırıyor. Daha ilk günden su koyduysa, önümüzdeki beş gün ne yapacağız der gibi bakıyorlar. Sonra Egemen’le Asım, "Çantayı hafifletelim," diyorlar. Düşünüyorum. Benim çanta en hafif çanta muhtemelen. En çok malzeme de Asım’da. Yine de çantadaki bir kaç parçayı dağıtıyoruz. Yeniden başlıyorum yürümeye ama çok değil bir dakika sonra yeniden duruyorum. Bu sefer kararlıyım. İleride ne olduğunu bilmiyorum, bu çıkış böyle sürer ise kilometrelerce yolun ortasında, abes bir yerde, geri dönmenin mümkün olmadığı bir noktada tamamen iflas edip kalmaktan korkuyorum. "Siz gidin, Kabak’ta buluşuruz," diyorum. "Olmaz" diyorlar. Ortamda bir 'hepimiz birimiz, birimiz hepimiz' havası esiyor. Üç silahşörlerin beceriksiz şövalyesi Dartanyan gibiyim. Eh peki o zaman deyip, yürümeye devam ediyorum. Çıkış bitene kadar, herhalde, 1.5 saat kadar dura kalka gidiyoruz. Ben durunca fırsattan istifade Asım bir sigara yakıyor.
Sonunda tırmanış bitince, daha düz bir arazide ilerliyoruz. Saat yavaş yavaş öğleden sonraya geliyor. Birkaç kilometre ilerde, dinlenmek için harika bir yer buluyoruz. Denize bakan düz bir alanda, tek başına koca bir ağaç bizi çağırıyor uzaktan. Çantaları atıp yayılıyoruz çimlere. Herkes ortamın güzelliğinden büyülenmiş. Egemen bir kaşif gibi "Burası bundan sonra Emmoğlu Tepesi olarak bilinsin" diyor. Aslında tam çadır kurmalık yer ama su yok civarında.
Yarım saat sonra kalkıp yola devam ediyoruz. Likya yolundaki her güzel şey gibi bu dinlenmede kısa sürüyor. Buradan sonrası artık, az çok inişli çıkışlı devam ediyor. Kabak Koyu’na havanın kararmasına 1-2 saat varken yaklaşıyoruz. Tepeden aşağıdaki koyu görünce içimiz bir mutlu oluyor. Sonuçta ilk günün hedefine ulaşmak üzereyiz ve yaklaşık 20 kmlik bir yolu sabahtan beri yürümekteyiz. Ancak koy birkaç yüz metre aşağımızda ve zigzaglar çizerek deniz seviyesine kadar inmek zorundayız. İnmeye başlarken, artık iyice yorulan bacaklar, ayaklar kaymaya, kendilerini bırakmaya başlıyorlar. Yürüyüşün en tehlike noktalarından birisi yorgun yapılan inişler. Karşımızda ertesi gün çıkış yapacağımız Alınca tırmanışı görünüyor. Aşağı inerken bir taraftan da üzülüyorum. Yarın aynı yüksekliğe tırmanacak olmanın bilgisi sanki boşu boşuna saatlerce tırmanmışım hissine kapılmama neden oluyor. Sisyphus gibi bir aşağı, bir yukarı öylesine inip çıkıyormuşuz gibi geliyor yolculuk. Artık herkes, yorgun-argın, bir an önce Kabak'a inmek istediğinden acele de ediyoruz, ama umduğumuz kadar çabuk aşağı inemiyoruz. Çamların arasındaki patika bir türlü bitmek bilmiyor. Bir ara asfalta inince tekrar medeniyetle karşılaşıyoruz, seviniyorum yol bitti diye. Ama bakkalın ordaki teyzeye sorunca bize kumsala inen patika yolu gösteriyor. Çamların arasından inmeye devam ediyoruz. Artık ekibin tamamı hafiften benim kıvamıma geliyorlar, küfürler ediliyor. Koyun taş kaplı plajını net olarak görünce son bir gazla iniyoruz aşağı.
Kıyıya indiğimizde kendimizi denize sıfır, koyun batı ucunda buluyoruz. Büyük taşlarla kaplı kumsalda yürümek, özellikle ayaklar yamuldukça işkence gibi geliyor. Hepimiz çantaları çıkartıp oracıkta, taşlara yayılıyoruz. Yolun bitmesine en çok ben seviniyorum. Biraz soluklanınca Asım kalkıp, içerilerde keşfe çıkıyor. 15 dakika sonra çadır kuracağımız yeri ayarlamış bir şekilde geliyor. Biz hala yığılmış vaziyetteyiz.
Kabak koyu olması gerektiği gibi bomboş. Yeni inşa edilen, işçilerin çalıştığı boş bir kamp alanına çadırımızı kuruyoruz. Arkamızda bungolowlar var. Hava hafiften kararmaya başlamak üzere; Egemen acele ediyor. Yarın erkenden yola çıkacağımızdan, güneş batmadan denize girmek istiyor. Asım tam bir kampçı gibi çalışıyor. Önce çadırı kuruyor, sonra çantasından ocağı çıkartıp, düzeneği çalışır vaziyete getiriyor. Belki ben de denize girerim diye mayomu giyiyorum. Botları çıkartıp sandaletlere basıyorum. Asım bu sırada suyu ısıtmış, çay, çorba hazırlıyor hemen.
Bir anda keyifler yerine geliyor. Sanki bir saat önce küfür ede ede aşağı inen ben değilmişim gibi gülmeye başlıyoruz. Yavaş yavaş kendimize geliyoruz yeniden, ama bacaklardaki ağrılar öyle böyle değil. Güneş gidince hava soğuyor. Sıcak çorba, balık, beypazarı kurusu derken akşam yemeğimizi de yiyoruz.
Yemekten sonra ekip sahile gidip, çardağa oturmaya karar veriyor. Hep birlikte denizin sesini dinleyerek geç saate kadar oturuyoruz. Yavaştan yağmur atıştırmaya başlıyor. Ertesi günki rota hakkında tartışmaya başlıyoruz. İlk planımız, Kabak’tan çıkıp Belceğiz’e kadarki, yaklaşık 23 kilometrelik, yolu bir günde yürümekti ancak benim durum ortaya çıkınca vaziyeti yeniden değerlendiriyoruz. Can "Alınca çıkışı zormuş"; Asım "Bacakların alışır, yarın daha rahat edersin", Egemen "Yarın duruma bakarız" diyor. Kimse benim yüzümden geri kalsın istemiyorum ama çok umutlu da değilim. Sabah ola hayrola diyerek yatıyorum.
Not: Bu yazı, anlatılan olaylardan aylar sonra yazılmıştır. Bu sebeple rota hakkındaki bilgiler gerçekleri yansıtmayabilir.
Umut
Sırtımda 10-12 kg arası bir çanta, gecesinde otobüsün dar koltuğunda bir sağa, bir sola dönerek uyumaya çalıştığım bir günün sabahında, güzelim ölü deniz manzaralı bir tepenin etrafından kıvrılan bir patikayı tırmanmaktayım ve dikkat ettiğim tek şey önümdeki 3 metrekarelik alanda ayağımı hangi taşın üstüne atacağım. Çok fazla seçeneğim yok ama yine de dikkatli olmalıyım. Yanlış bir kararla kendimi gazete haberi olarak bulmam işten değil.
Bir ara başımı kaldırıp önümde giden Can'a bakıyorum; elinde yeni aldığı baton, yavaş yavaş, bakına bakına tepeyi tırmanıyor. Yürüdüğümüz yol küçük bir patika. Zaman zaman genişleyip, daralıyor. En iyi yerlerde toprak, en kötüsünde sivri kayaların üstüne basarak ilerlemek gerekiyor. Kaymayan ayakkabılarla yürünmesi gerekli bir yol. Yolun başında olduğumuzdan durup durup manzaraya, ağaçlara, kısacası herşeye merakla bakıyoruz. Ölü denizi ilk defa kanlı canlı görüyorum. 80'lerde Turizm Bakanlığının hazırladığı tanıtım posterlerindekinden daha küçük görünüyor gözüme. Daha sezon açılmadığından plaj boş, tesisler kapalı. Likya yolunu boşverip, aşağı inip çadırı oraya kurmak aklıma geliyor ama yolun macerası da ayrı bir çekici geliyor.
Akşamki otobüs yolculuğunun yorgunluğu var üzerimde. Dünyada nefret ettiğim şeyler sıralamasında 3. sırada otobüs-gece-yolculuğu var; 1. alaturka-tuvaletler, 2. hergün-tıraş-olmak. Sıkılsam da başka çaremiz yok; akşam binip sabah inip, hemen yürümeye başlamak gerekiyor. Aksi durumda kafamızdaki plana uyamayabiliriz.
İlk günkü Hisarönü-Kabak Koyu rotasındaki 20 km'lik yolun başındayız daha ve beni bekleyenlerden çekinmiyor değilim; zira neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Elimizde çok umut bağladığımız ama sonuçta hayal kırıklığı yaratan bir rehber kitap ve orda burda anlatılanlardan başka bir bilgi yok. Anlatılanlarda hep aynı şarkı: herşey harika, çok güzel, keşke yeniden yürüsek... Duyguca zengin ama bilgice kısır tasvirler.
Can'a saati soruyorum. Otobüsten inip, topluca fotoğrafımızı çektiğimiz otogardan ayrılala yaklaşık 1 saat olmuş ve önce asfalt, sonra toprağa dönen yol, yavaş yavaş, zigzaglar çizerek tepeye tırmanan bir merdivene dönüşüyor adeta.
Bir ara Can yanıma gelip kitabı istiyor. Durup sırt çantamın fermuarlı gözünü açıp, uzatıyorum. Önce sayfaların arasındaki bir fotoğrafa, sonra manzaraya bakıp, "tam buradan çekmişler," diyor. Bakıyorum resme, hakikatten öyle. Modern insan evine kapalı yaşadığından olsa gerek, herşeyi önce kitaplardan, rehberlerden, fotoğraflardan, kısacası belgelerden gördüğünden, gerçeğinin kendisiyle karşılaştığımızda dahi yine o referanslar dolayımıyla tecrübe etmekten hoşlanabiliyoruz. Bu hissi ilk kez, ABD'ye gittiğimde farketmiştim. TV filmlerinde belki yüzlerce kez izlediğim New York sokaklarında yürürken, hep kendimi orada gördüklerime bağlayacak geçmişten bir referans arıyordum. Göz önünde olanı, yalın bir şekilde tecrübe etmekten daha çekici öbürü. Zira Central Parktaki bir köprü yerine, "Örümcek Adamın Mary Jane'e yalvardığı köprü" referansı bambaşka bir dünyaya açılım gerçekleştiriyor. Bu sadece sanal bir çizgi roman dünyasına yapılan bir açılım da değil. Aynı zamanda örümcek adam filmleriyle bağ kurmuş insanların geçmişlerine, hatıralarına da temas ediyor. Kısacası bu referanslarla kendimize bir dünya inşa ediyoruz. Belki de bu yüzden ve teknolojinin olanakları arttığından, artık zamane insanı anı yaşamaktan çok belgelemekle ilgileniyor. Ofis hayatlarının geriye bırakacak en önemli referansları o belgeler çünkü. Onlar olmasa hayatımıza dair gösterecek hiçbirşeyimiz yok gibi.
Kitap biraz ellerde dolandıktan sonra, ekipteki en 'okumuş-yazmış' çocuk olduğumdan olsa gerek, kitabın bende durmasına karar veriyorlar. "Sen okur bize anlatırsın" diyor Egemen. "Tamam," diyorum ama şöyle bir kitaba göz atınca anlıyorum anlatacak pek birşey yok. İşaretleri takip edin - herşey çok güzel - doğa harika - işaretleri kaybederseniz geri dönün - biraz tırmanın - biraz inin -vs... Likya yolunu yürüyoruz ama bu Likyalılar kimlerdi, ne yaparlardı bilen yok.
Otobüste herkes uyurken film seyretmenin acısı yavaş yavaş çıkıyor. Ekipten geri kalmaya başlıyorum. Bacaklarım ağrımaya, sırtım kamburlaşmaya başlıyor. Manzarayı ve sıkıntımı unutup, tırmandığımız tepenin arkasındakilere odaklanmaya çabalıyorum. Orada ne var bilmiyorum ama güzel birşeyler olmasını diliyorum. Mesela Kabak koyu olsa. Kabak koyunu hiç görmedim ama Can ve Egemen çok methediyor. Zaman zaman durup su içme bahanesiyle nefesleniyorum. Ekipte durup beni bekliyor. Önümüzdeki 6 gün boyunca her tırmanışta yaşayacağımız bir rituelde böylece başlıyor. 30 saniye sonra devam ediyoruz, 5 dakika sonra tekrar duruyoruz.
Sonunda tepeye çıktığımızda hayal kırıklığı beni bekliyor. Kaf dağının arkası sandığım yerde, meğersem bildiğin iki katlı yazlık ev inşaatları varmış. Garip bir durum. Esasında insanların neden oraya ev yapmak isteyeceğini anlayabiliyorum. Zira biz de kendi aramızda yol boyunca gözümüze kestirdiğimiz yerlere konmayı düşünmüyor değiliz. Sanırım memleket insanında bir ev saplantısı var; güzel bir yer görsek ilk aklımıza gelen yanına bir ev kondurmak oluyor. Egemen çok şikayetçi bu durumdan. Biraz düzelmiş, toprak yol boyunca aşağıdaki köye doğru hızlı adımlarla yürürken, doğayı nasıl mahfettiğimizden yakınıyor. Haksız değil tabi. Ama korumacılığın, müzeciliğe dönmemesine de dikkat etmek gerek. İnsan-doğa dengesini iyi kurmak lazım.
Yol kenarında gürül gürül bir çeşme akıyor. Hemen durup, sırtımızdaki ağırlıkları indiriyoruz. Kafamızı akan suya sokup, soluklanıyoruz. Asım çantasından kuru üzüm torbasını çıkartıp, uzatıyor herkese. Akşam çadırda koyun koyuna yatacak olan biz değilizcesine yumuluyoruz. Güneş yavaş yavaş sıkıntı vermeye başlıyor. Çok oyalanmadan hemen tekrar yola koyuluyoruz, daha önümüzde çok yol var. Önce Kelebekler Vadisi’nin tepesine, Faralya’ya ulaşmamız lazım.
Artık bir yerleşim yerinden geçtiğimizden yol bildiğimiz toprak yola dönüyor. Köylülerden birisi devrilmiş ağaç kütüklerini parçalıyor. Selamlaşıp, laflıyoruz biraz. Başka bir dünyaya inmiş uzaylılar gibiyiz. Herkes gülüyor. Yol kenarındaki bir dal parçasına gözüm ilişiyor. Ekipte ben hariç herkes baton kullanıyor. Can çok memnun; tırmanırken çok faydalı oluyor diye anlatıyor. Eğilip kaldırıyorum dalı yerden. Belli ki uzun zamandır orda olduğundan, kurumuş, ağırlığının çoğunu kaybetmiş. Biraz kalınca; cuk diye iri elimin içine oturuyor. Ufak tefek çıkıntılar var üzerinde; onlarıda uygun bir zamanda çakıyla kesmeyi, törpülemeyi düşünüyorum. Voltran gibi hissediyorum kendimi. Eksik birşeyler vardı da şimdi tam olmuşum gibi. Can 'Derviş!' diye laf atıyor. Sakalım uzun olsaydı keşke diye hayıflanıyorum.
Yürüdüğümüz traktör yolunda hafif bir eğimle tırmandıktan sonra yeniden ağaçların arasına dalıyoruz. Yolun bu kısmı nispeten daha yumuşak. İlk defa insanlardan tamamen uzaklaştığımızı hissediyorum. Artık deniz seviyesinden epeyce yükseklerde olduğumuzdan iniş ve çıkışlar çok dik ve yorucu değil ama yine de ekibin arkasındayım. Biraz durup, şöyle aylak aylak dinlenmek istiyorum ama ekip hızlı adımlarla ilerlemeye devam ediyor; akşam güneş batmadan Kabak koyunda olmalıyız.
Bir süre sonra yol tekrar inişe başlıyor. Hisarönü Kabak koyu arasında Kelebekler Vadisi var. Evlerin arasından dik ve dar patikadan aşağıya yürümeye başlıyoruz. Ekip hızlı hızlı iniyor, ama ben ağırdan alıyorum. İnmek çıkmaktan daha yorucu ve zor olabiliyor. Sırtındaki ağırlıkla dengeyi sağlamak için adımları iyi seçmek gerekiyor. Aksi takdirde yuvarlanarak aşağıya inmek olası. Yolda bulduğum değneğin kıymeti de burada ortaya çıkıyor. Sağlam bir yere dayayıp, ağırlığımın bir kısmını üstüne verip, ondan sonra adımımı atınca hem daha sağlam bir iniş oluyor, hem de fazla yorulmuyorum. Tripod gibi aşağı iniyoruz.
Bahar olmasına rağmen sağımızdaki derede akan bir su yok. Egemen kaplumbağları işaret ediyor; dere yatağında kalan su birikintilerinin kenarlarına sinmişler. Can bir tanesinin yanına gidip, dokunacak olunca Egemen uyarıyor: "Dokunma abi; herşeyi olduğu gibi bırakalım". Benim aklımdan daha hınzırca şeyler geçiyor. Egemen National Geographic damarından giderken, ben Survivor modumdayım. Bir tanesini kesip yemek istiyorum. Açlıktan değil. Sadece meraktan.
Kelebekler Vadisi’nin üzerinde, otellerin olduğu bölgeden aşağıya iniyoruz; medeniyetle yeniden buluşuyoruz. Saat öğlene gelmiş durumda; asfalt yolu takip edip, dinlenmek, yemek yemek için uygun bir yer ararken, kendimizi vadiye bakan yüksek bir yamaçta kurulu bir tesisin yanında buluyoruz. Çantaları çıkartınca omuzlardaki ağrı daha da hissettiyor kendisini. Ayakkabılar çıkıyor; kıçımı taşın üzerine oturtuyorum. Çantanın içinden ton balığı konservemi ve beypazarı kurusu torbamı çıkartıyorum. Yola çıkmadan önce herkes 4-5 adet konserve balık ve beypazarı kurusunu paylaşmıştı. Çok konuşmadan yemeği yiyoruz. Egemen birkaç foto çekiyor.
Biz yemekleri yerken bir çift turist gelip bize aşağı, vadiye inen dik yol hakkında sorular soruyor. Bizim vadiye inme niyetimiz yok. Gereksiz tehlikeli olduğunu düşünüyorum ve onlara bu fikrimi söylüyorum. Onlarda biraz manzaraya bakıp, uzaklaşıyor.
Yemekten sonra Can'ı sıkıştırıyorum. Kabak koyuna ne kadar kaldığını merak ediyorum. "Geldiğimiz kadar yol var daha" diyor. Durum hoşuma gitmiyor. Kafamda hayaller kuruyorum. Şöyle hafif meyilli, kıvrıla kıvrıla aşağı inen bir yol olsa diyorum, Kabak’a giden yol kendi kendime. Ama durum çok farklı.
Yemekten sonra ayağa kalkıp, tekrar çantayı sırta asmak tam bir işkence. Tok midenin ağırlığı ve yorgunluk birleşince insanın hiçbirşey yapası gelmiyor. Tekrar asfalta çıkıyoruz ve bir kaç yüz metre sonra işareti görüyoruz. Asfaltın yanından yukarıya tırmanan bir patikaya giriyoruz. Bu kısım tam bir 'jungle'. Zaman zaman sık ve iğneli çalılara sürterek ilerlemek gerekiyor. Uzun pantalon giydiğime şükrediyorum. Birkaç kere önümden giden Can'ın ittirdiği çalılar, bana çarpıyor.
Ve sonra.. pil bitiyor. 200-300 metre tırmandıktan sonra artık bacaklarım çekmiyor. Duruyorum. Ekip de duruyor. 30 saniye sonra tekrar çıkmaya başlıyorum ağır ağır. İki dakika sonra yeniden duruyorum. Beynim 'dur' diyor; bacaklarım 'ölüyoruz' diye mesaj yolluyor. Beynimi dinleyip tekrar duruyorum. Aşağıya, çıktığımız patikaya bakıyorum; hala asfaltı görebiliyorum. "Ben devam edemeyeceğim, bacaklarım çekmiyor, siz gidin, Kabak’ta buluşuruz," diyorum nefes nefese. Ekip şaşırıyor. Daha ilk günden su koyduysa, önümüzdeki beş gün ne yapacağız der gibi bakıyorlar. Sonra Egemen’le Asım, "Çantayı hafifletelim," diyorlar. Düşünüyorum. Benim çanta en hafif çanta muhtemelen. En çok malzeme de Asım’da. Yine de çantadaki bir kaç parçayı dağıtıyoruz. Yeniden başlıyorum yürümeye ama çok değil bir dakika sonra yeniden duruyorum. Bu sefer kararlıyım. İleride ne olduğunu bilmiyorum, bu çıkış böyle sürer ise kilometrelerce yolun ortasında, abes bir yerde, geri dönmenin mümkün olmadığı bir noktada tamamen iflas edip kalmaktan korkuyorum. "Siz gidin, Kabak’ta buluşuruz," diyorum. "Olmaz" diyorlar. Ortamda bir 'hepimiz birimiz, birimiz hepimiz' havası esiyor. Üç silahşörlerin beceriksiz şövalyesi Dartanyan gibiyim. Eh peki o zaman deyip, yürümeye devam ediyorum. Çıkış bitene kadar, herhalde, 1.5 saat kadar dura kalka gidiyoruz. Ben durunca fırsattan istifade Asım bir sigara yakıyor.
Sonunda tırmanış bitince, daha düz bir arazide ilerliyoruz. Saat yavaş yavaş öğleden sonraya geliyor. Birkaç kilometre ilerde, dinlenmek için harika bir yer buluyoruz. Denize bakan düz bir alanda, tek başına koca bir ağaç bizi çağırıyor uzaktan. Çantaları atıp yayılıyoruz çimlere. Herkes ortamın güzelliğinden büyülenmiş. Egemen bir kaşif gibi "Burası bundan sonra Emmoğlu Tepesi olarak bilinsin" diyor. Aslında tam çadır kurmalık yer ama su yok civarında.
Yarım saat sonra kalkıp yola devam ediyoruz. Likya yolundaki her güzel şey gibi bu dinlenmede kısa sürüyor. Buradan sonrası artık, az çok inişli çıkışlı devam ediyor. Kabak Koyu’na havanın kararmasına 1-2 saat varken yaklaşıyoruz. Tepeden aşağıdaki koyu görünce içimiz bir mutlu oluyor. Sonuçta ilk günün hedefine ulaşmak üzereyiz ve yaklaşık 20 kmlik bir yolu sabahtan beri yürümekteyiz. Ancak koy birkaç yüz metre aşağımızda ve zigzaglar çizerek deniz seviyesine kadar inmek zorundayız. İnmeye başlarken, artık iyice yorulan bacaklar, ayaklar kaymaya, kendilerini bırakmaya başlıyorlar. Yürüyüşün en tehlike noktalarından birisi yorgun yapılan inişler. Karşımızda ertesi gün çıkış yapacağımız Alınca tırmanışı görünüyor. Aşağı inerken bir taraftan da üzülüyorum. Yarın aynı yüksekliğe tırmanacak olmanın bilgisi sanki boşu boşuna saatlerce tırmanmışım hissine kapılmama neden oluyor. Sisyphus gibi bir aşağı, bir yukarı öylesine inip çıkıyormuşuz gibi geliyor yolculuk. Artık herkes, yorgun-argın, bir an önce Kabak'a inmek istediğinden acele de ediyoruz, ama umduğumuz kadar çabuk aşağı inemiyoruz. Çamların arasındaki patika bir türlü bitmek bilmiyor. Bir ara asfalta inince tekrar medeniyetle karşılaşıyoruz, seviniyorum yol bitti diye. Ama bakkalın ordaki teyzeye sorunca bize kumsala inen patika yolu gösteriyor. Çamların arasından inmeye devam ediyoruz. Artık ekibin tamamı hafiften benim kıvamıma geliyorlar, küfürler ediliyor. Koyun taş kaplı plajını net olarak görünce son bir gazla iniyoruz aşağı.
Kıyıya indiğimizde kendimizi denize sıfır, koyun batı ucunda buluyoruz. Büyük taşlarla kaplı kumsalda yürümek, özellikle ayaklar yamuldukça işkence gibi geliyor. Hepimiz çantaları çıkartıp oracıkta, taşlara yayılıyoruz. Yolun bitmesine en çok ben seviniyorum. Biraz soluklanınca Asım kalkıp, içerilerde keşfe çıkıyor. 15 dakika sonra çadır kuracağımız yeri ayarlamış bir şekilde geliyor. Biz hala yığılmış vaziyetteyiz.
Kabak koyu olması gerektiği gibi bomboş. Yeni inşa edilen, işçilerin çalıştığı boş bir kamp alanına çadırımızı kuruyoruz. Arkamızda bungolowlar var. Hava hafiften kararmaya başlamak üzere; Egemen acele ediyor. Yarın erkenden yola çıkacağımızdan, güneş batmadan denize girmek istiyor. Asım tam bir kampçı gibi çalışıyor. Önce çadırı kuruyor, sonra çantasından ocağı çıkartıp, düzeneği çalışır vaziyete getiriyor. Belki ben de denize girerim diye mayomu giyiyorum. Botları çıkartıp sandaletlere basıyorum. Asım bu sırada suyu ısıtmış, çay, çorba hazırlıyor hemen.
Bir anda keyifler yerine geliyor. Sanki bir saat önce küfür ede ede aşağı inen ben değilmişim gibi gülmeye başlıyoruz. Yavaş yavaş kendimize geliyoruz yeniden, ama bacaklardaki ağrılar öyle böyle değil. Güneş gidince hava soğuyor. Sıcak çorba, balık, beypazarı kurusu derken akşam yemeğimizi de yiyoruz.
Yemekten sonra ekip sahile gidip, çardağa oturmaya karar veriyor. Hep birlikte denizin sesini dinleyerek geç saate kadar oturuyoruz. Yavaştan yağmur atıştırmaya başlıyor. Ertesi günki rota hakkında tartışmaya başlıyoruz. İlk planımız, Kabak’tan çıkıp Belceğiz’e kadarki, yaklaşık 23 kilometrelik, yolu bir günde yürümekti ancak benim durum ortaya çıkınca vaziyeti yeniden değerlendiriyoruz. Can "Alınca çıkışı zormuş"; Asım "Bacakların alışır, yarın daha rahat edersin", Egemen "Yarın duruma bakarız" diyor. Kimse benim yüzümden geri kalsın istemiyorum ama çok umutlu da değilim. Sabah ola hayrola diyerek yatıyorum.
Not: Bu yazı, anlatılan olaylardan aylar sonra yazılmıştır. Bu sebeple rota hakkındaki bilgiler gerçekleri yansıtmayabilir.
Umut