Sırtımda 10-12 kg arası bir çanta, gecesinde otobüsün dar koltuğunda bir sağa, bir sola dönerek uyumaya çalıştığım bir günün sabahında, güzelim ölü deniz manzaralı bir tepenin etrafından kıvrılan bir patikayı tırmanmaktayım ve dikkat ettiğim tek şey önümdeki 3 metrekarelik alanda ayağımı hangi taşın üstüne atacağım. Çok fazla seçeneğim yok ama yine de dikkatli olmalıyım. Yanlış bir kararla kendimi gazete haberi olarak bulmam işten değil.
Bir ara başımı kaldırıp önümde giden Can'a bakıyorum; elinde yeni aldığı baton, yavaş yavaş, bakına bakına tepeyi tırmanıyor. Yürüdüğümüz yol küçük bir patika. Zaman zaman genişleyip, daralıyor. En iyi yerlerde toprak, en kötüsünde sivri kayaların üstüne basarak ilerlemek gerekiyor. Kaymayan ayakkabılarla yürünmesi gerekli bir yol. Yolun başında olduğumuzdan durup durup manzaraya, ağaçlara, kısacası herşeye merakla bakıyoruz. Ölü denizi ilk defa kanlı canlı görüyorum. 80'lerde Turizm Bakanlığının hazırladığı tanıtım posterlerindekinden daha küçük görünüyor gözüme. Daha sezon açılmadığından plaj boş, tesisler kapalı. Likya yolunu boşverip, aşağı inip çadırı oraya kurmak aklıma geliyor ama yolun macerası da ayrı bir çekici geliyor.
Akşamki otobüs yolculuğunun yorgunluğu var üzerimde. Dünyada nefret ettiğim şeyler sıralamasında 3. sırada otobüs-gece-yolculuğu var; 1. alaturka-tuvaletler, 2. hergün-tıraş-olmak. Sıkılsam da başka çaremiz yok; akşam binip sabah inip, hemen yürümeye başlamak gerekiyor. Aksi durumda kafamızdaki plana uyamayabiliriz.
İlk günkü Hisarönü-Kabak Koyu rotasındaki 20 km'lik yolun başındayız daha ve beni bekleyenlerden çekinmiyor değilim; zira neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Elimizde çok umut bağladığımız ama sonuçta hayal kırıklığı yaratan bir rehber kitap ve orda burda anlatılanlardan başka bir bilgi yok. Anlatılanlarda hep aynı şarkı: herşey harika, çok güzel, keşke yeniden yürüsek... Duyguca zengin ama bilgice kısır tasvirler.


Kitap biraz ellerde dolandıktan sonra, ekipteki en 'okumuş-yazmış' çocuk olduğumdan olsa gerek, kitabın bende durmasına karar veriyorlar. "Sen okur bize anlatırsın" diyor Egemen. "Tamam," diyorum ama şöyle bir kitaba göz atınca anlıyorum anlatacak pek birşey yok. İşaretleri takip edin - herşey çok güzel - doğa harika - işaretleri kaybederseniz geri dönün - biraz tırmanın - biraz inin -vs... Likya yolunu yürüyoruz ama bu Likyalılar kimlerdi, ne yaparlardı bilen yok.
Otobüste herkes uyurken film seyretmenin acısı yavaş yavaş çıkıyor. Ekipten geri kalmaya başlıyorum. Bacaklarım ağrımaya, sırtım kamburlaşmaya başlıyor. Manzarayı ve sıkıntımı unutup, tırmandığımız tepenin arkasındakilere odaklanmaya çabalıyorum. Orada ne var bilmiyorum ama güzel birşeyler olmasını diliyorum. Mesela Kabak koyu olsa. Kabak koyunu hiç görmedim ama Can ve Egemen çok methediyor. Zaman zaman durup su içme bahanesiyle nefesleniyorum. Ekipte durup beni bekliyor. Önümüzdeki 6 gün boyunca her tırmanışta yaşayacağımız bir rituelde böylece başlıyor. 30 saniye sonra devam ediyoruz, 5 dakika sonra tekrar duruyoruz.

Yol kenarında gürül gürül bir çeşme akıyor. Hemen durup, sırtımızdaki ağırlıkları indiriyoruz. Kafamızı akan suya sokup, soluklanıyoruz. Asım çantasından kuru üzüm torbasını çıkartıp, uzatıyor herkese. Akşam çadırda koyun koyuna yatacak olan biz değilizcesine yumuluyoruz. Güneş yavaş yavaş sıkıntı vermeye başlıyor. Çok oyalanmadan hemen tekrar yola koyuluyoruz, daha önümüzde çok yol var. Önce Kelebekler Vadisi’nin tepesine, Faralya’ya ulaşmamız lazım.
Artık bir yerleşim yerinden geçtiğimizden yol bildiğimiz toprak yola dönüyor. Köylülerden birisi devrilmiş ağaç kütüklerini parçalıyor. Selamlaşıp, laflıyoruz biraz. Başka bir dünyaya inmiş uzaylılar gibiyiz. Herkes gülüyor. Yol kenarındaki bir dal parçasına gözüm ilişiyor. Ekipte ben hariç herkes baton kullanıyor. Can çok memnun; tırmanırken çok faydalı oluyor diye anlatıyor. Eğilip kaldırıyorum dalı yerden. Belli ki uzun zamandır orda olduğundan, kurumuş, ağırlığının çoğunu kaybetmiş. Biraz kalınca; cuk diye iri elimin içine oturuyor. Ufak tefek çıkıntılar var üzerinde; onlarıda uygun bir zamanda çakıyla kesmeyi, törpülemeyi düşünüyorum. Voltran gibi hissediyorum kendimi. Eksik birşeyler vardı da şimdi tam olmuşum gibi. Can 'Derviş!' diye laf atıyor. Sakalım uzun olsaydı keşke diye hayıflanıyorum.
Yürüdüğümüz traktör yolunda hafif bir eğimle tırmandıktan sonra yeniden ağaçların arasına dalıyoruz. Yolun bu kısmı nispeten daha yumuşak. İlk defa insanlardan tamamen uzaklaştığımızı hissediyorum. Artık deniz seviyesinden epeyce yükseklerde olduğumuzdan iniş ve çıkışlar çok dik ve yorucu değil ama yine de ekibin arkasındayım. Biraz durup, şöyle aylak aylak dinlenmek istiyorum ama ekip hızlı adımlarla ilerlemeye devam ediyor; akşam güneş batmadan Kabak koyunda olmalıyız.


Kelebekler Vadisi’nin üzerinde, otellerin olduğu bölgeden aşağıya iniyoruz; medeniyetle yeniden buluşuyoruz. Saat öğlene gelmiş durumda; asfalt yolu takip edip, dinlenmek, yemek yemek için uygun bir yer ararken, kendimizi vadiye bakan yüksek bir yamaçta kurulu bir tesisin yanında buluyoruz. Çantaları çıkartınca omuzlardaki ağrı daha da hissettiyor kendisini. Ayakkabılar çıkıyor; kıçımı taşın üzerine oturtuyorum. Çantanın içinden ton balığı konservemi ve beypazarı kurusu torbamı çıkartıyorum. Yola çıkmadan önce herkes 4-5 adet konserve balık ve beypazarı kurusunu paylaşmıştı. Çok konuşmadan yemeği yiyoruz. Egemen birkaç foto çekiyor.


Yemekten sonra ayağa kalkıp, tekrar çantayı sırta asmak tam bir işkence. Tok midenin ağırlığı ve yorgunluk birleşince insanın hiçbirşey yapası gelmiyor. Tekrar asfalta çıkıyoruz ve bir kaç yüz metre sonra işareti görüyoruz. Asfaltın yanından yukarıya tırmanan bir patikaya giriyoruz. Bu kısım tam bir 'jungle'. Zaman zaman sık ve iğneli çalılara sürterek ilerlemek gerekiyor. Uzun pantalon giydiğime şükrediyorum. Birkaç kere önümden giden Can'ın ittirdiği çalılar, bana çarpıyor.
Ve sonra.. pil bitiyor. 200-300 metre tırmandıktan sonra artık bacaklarım çekmiyor. Duruyorum. Ekip de duruyor. 30 saniye sonra tekrar çıkmaya başlıyorum ağır ağır. İki dakika sonra yeniden duruyorum. Beynim 'dur' diyor; bacaklarım 'ölüyoruz' diye mesaj yolluyor. Beynimi dinleyip tekrar duruyorum. Aşağıya, çıktığımız patikaya bakıyorum; hala asfaltı görebiliyorum. "Ben devam edemeyeceğim, bacaklarım çekmiyor, siz gidin, Kabak’ta buluşuruz," diyorum nefes nefese. Ekip şaşırıyor. Daha ilk günden su koyduysa, önümüzdeki beş gün ne yapacağız der gibi bakıyorlar. Sonra Egemen’le Asım, "Çantayı hafifletelim," diyorlar. Düşünüyorum. Benim çanta en hafif çanta muhtemelen. En çok malzeme de Asım’da. Yine de çantadaki bir kaç parçayı dağıtıyoruz. Yeniden başlıyorum yürümeye ama çok değil bir dakika sonra yeniden duruyorum. Bu sefer kararlıyım. İleride ne olduğunu bilmiyorum, bu çıkış böyle sürer ise kilometrelerce yolun ortasında, abes bir yerde, geri dönmenin mümkün olmadığı bir noktada tamamen iflas edip kalmaktan korkuyorum. "Siz gidin, Kabak’ta buluşuruz," diyorum. "Olmaz" diyorlar. Ortamda bir 'hepimiz birimiz, birimiz hepimiz' havası esiyor. Üç silahşörlerin beceriksiz şövalyesi Dartanyan gibiyim. Eh peki o zaman deyip, yürümeye devam ediyorum. Çıkış bitene kadar, herhalde, 1.5 saat kadar dura kalka gidiyoruz. Ben durunca fırsattan istifade Asım bir sigara yakıyor.

Yarım saat sonra kalkıp yola devam ediyoruz. Likya yolundaki her güzel şey gibi bu dinlenmede kısa sürüyor. Buradan sonrası artık, az çok inişli çıkışlı devam ediyor. Kabak Koyu’na havanın kararmasına 1-2 saat varken yaklaşıyoruz. Tepeden aşağıdaki koyu görünce içimiz bir mutlu oluyor. Sonuçta ilk günün hedefine ulaşmak üzereyiz ve yaklaşık 20 kmlik bir yolu sabahtan beri yürümekteyiz. Ancak koy birkaç yüz metre aşağımızda ve zigzaglar çizerek deniz seviyesine kadar inmek zorundayız. İnmeye başlarken, artık iyice yorulan bacaklar, ayaklar kaymaya, kendilerini bırakmaya başlıyorlar. Yürüyüşün en tehlike noktalarından birisi yorgun yapılan inişler. Karşımızda ertesi gün çıkış yapacağımız Alınca tırmanışı görünüyor. Aşağı inerken bir taraftan da üzülüyorum. Yarın aynı yüksekliğe tırmanacak olmanın bilgisi sanki boşu boşuna saatlerce tırmanmışım hissine kapılmama neden oluyor. Sisyphus gibi bir aşağı, bir yukarı öylesine inip çıkıyormuşuz gibi geliyor yolculuk. Artık herkes, yorgun-argın, bir an önce Kabak'a inmek istediğinden acele de ediyoruz, ama umduğumuz kadar çabuk aşağı inemiyoruz. Çamların arasındaki patika bir türlü bitmek bilmiyor. Bir ara asfalta inince tekrar medeniyetle karşılaşıyoruz, seviniyorum yol bitti diye. Ama bakkalın ordaki teyzeye sorunca bize kumsala inen patika yolu gösteriyor. Çamların arasından inmeye devam ediyoruz. Artık ekibin tamamı hafiften benim kıvamıma geliyorlar, küfürler ediliyor. Koyun taş kaplı plajını net olarak görünce son bir gazla iniyoruz aşağı.




Not: Bu yazı, anlatılan olaylardan aylar sonra yazılmıştır. Bu sebeple rota hakkındaki bilgiler gerçekleri yansıtmayabilir.
Umut